Merkez Bankası Döviz Kuru | |||
ALIŞ | SATIŞ | ||
USD | 34,2236 | 34,2852 | |
EURO | 37,1848 | 37,2518 | |
YAYLA YOLCULUĞU
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde diye başlar bizim masallarımız. Bu öyle değil tabii, yarım asır önce ve bizzat benimde yaşamış olduğum ve görmüş olduğum eskiden bizim yaylalara yolculuk yaparken yaşanmış olan olaylardan derleyip toparladığım bir anıdan bahsetmek isterim.
Hayvancılığın bol olduğu ve otun çok kıymetli olduğu zamanlarda yaylalar bu günkü gibi sadece turistik amaçlı olarak kullanılmıyordu. Şimdi de yaylalarımız çok değerli ama o zamanlar hayvancılık açısından daha çok değerliydi. “Yazın hava hoş, kışın kadı boş” diye söylerlerdi büyüklerimiz. Yazın yaylada hayvancılığın gerektirdiği bir şekilde gerekli çalışmalar yapılmazsa, giden kadılar boş geri dönerse kışın da hava bir hoş olur yanı, çoluk çocuk aç duramaz, ekmek ister, aş ister.
İlkokul kitaplarımızda “Ağustos böceği ile Karınca” adli bir okuma parçası vardı. Ağustos böceği; diğer böceklere nazaran şekli şemalı değişik bir böcektir. Yazın çayırlarda bol miktarda gözükür. Cir cir cir diye durmadan öter. Ağustos böceği tembelliğin sembolü, Karınca ise; çalışkanlığın sembolü olarak anlatılır. Onun için yazın cir cir böceği gibi saz çalıp, kışın karıncanın kapısına gitmek doğru olmaz yanı.
Eskiden yaylalara “Korucu” tutulurdu. Bu korucular; yazın karlar eriyip meralar (otlaklar) açılınca yaylaya çıkar, yaylada mera sınırları içerisinde büyükbaş veya küçükbaş hayvan girişine asla izin vermezlerdi. Bu görev, yayla inimi geldiğinde, yanı, çobandeğneğini attıktan sonra kar yağıncaya kadar yine tekrarlanırdı.
Büyük yaylada iki bine yakın, Kurtlar yaylasında ise bine yakın inek olurdu. Herkesin ahırında en az beş olmak üzere on, on beş ineği olanlar vardı. Yazın çayırlarda ot, ormanlarda sufan, kışın ise yaprak kalmazdı. Yazdan kışa hazırlıklar yapılıp ilgili yerler ot, sufan veya yaprak ile doldurulmazsa yaz başları hayvanları beslemek oldukça zor olurdu. Bu nedenle karlar eridikten sora insanlar bir an önce yaylaya çıkmak isterlerdi.
Yaylalara öyle münferit olarak, herkes kafasına göre çıkamazdı. Dört para köyün Muhtarları ile birlikte ileri gelenler kazada (İkizdere) buluşup ortak karar alınarak “nerz” bozulur, ondan sora yaylaya çıkmak serbest olurdu. Aksı takdirde yaylada mera sınırlarından içeri girmek, tutulan korucular tarafından engellenir, asla müsaade edilmezdi.
Köy Muhtarları ve ihtiyar heyetleri tarafından alınan “Nerz bozuldu” kararı tüm köylülere duyurulur ve tüm evlerde hummalı bir hazırlık başlardı. O zamanlar şimdiki gibi değildi tabii. Şimdi yaylalarda hangi eve girsen en az üç aylık yiyecek, yakacak bulmak mümkün. Kap kacak hepsi tas tamam, yerli yerinde. Şimdilerde yaylaya yaya giden hiç yoktur diye düşünüyorum. Belki nostalji olsun diye gidenler varsa bilmiyorum.
Eskiden yaylalarda kullanılacak olan kuru gıda, kap kacak, giyecek ve yiyecekler bir sepet içerisinde veya bir torbayla sırtla götürülürdü. Nadiren bazı kimselerde Eşek, Katır veya At bulunurdu. Bazı durumu iyi olanlar bu yük hayvanlarını kıralar o şekilde yükünü yaylaya naklederlerdi. Diğer çoğunluk ise aile fertlerinden, kendisini taşıyabilen en küçüğünden en büyüğüne kadar herkesin sırtında veya omuzunda bir yük ile yaya olarak yaylaya giderlerdi.
Bu kadar yorucu ve meşakkatli bir yolculuk esnasında insanlarda olan neşeden bahsetmeden geçemeyeceğim. Her hatırladığımda yüreğimin kıpırdadığını hisseder ve içimi çeke çeke “ Ah gidi eski günler” demeden kendimi alamıyorum. İnek sesleri, çocuk sesleri, türküler, naralar birbirine karışıyor. Adeta bir karnaval havasında yolculuk yapılırdı. Yolculuk esnasında sık sık molalar verilerek topluca dağarcıklarda bulunan yiyecekler orta yere konulurdu. İnsanlar küme küme, çoluk çocuk hep bir arada yemekler yenir, sohbetler edilirdi.
Yemekte öyle mangal, biftek, pirzola veya tavuk yok. Mısır ekmeği, biraz daha durumu iyi olanlarda karabuğday ekmeği, bir baş soğan, yanında mıncı (ekşimek - çökelek) veya peynir. Varsa yanında kışın yenilmek üzere suya konulan kazan armudu bulunurdu. Yemekten sora ateşin yanında, güğümde veya tekli çaynik’ ta çay, sigara hoş sohbetler yapılırdı. Demek, gülmek, sanki hiç yorgunluk yokmuş gibi yapılırdı. Aman Allah’ım o ne güzellik, o ne lezzet, o ne tat, Anlatılmaz sadece yaşanır. Şu an aynı şeyleri yapsam yine de aynı lezzeti alabileceğimden emin değilim. Zaman, yokluk zamanı.
Her mola yerinde öbek öbek horon halkaları genciyle, yaşlısıyla hep el ele. Horonda oyunu, çekip çeviren sesi gür bir kişi, Horon ağası diyelim. Genellikle gür sesli kişilerden olur. Horon ağası komut vererek topluluğun hep birlikte bağırmasını veya nara (haykırmak) atmasını sağlardı. Kemençe ve kemençeci gözde insan, bulunmaz veli nimet. Kemençeci vurur kemençenin teline, bazen dertli dertli, Bazen kıvrak oyun havaları ile coşturur topluluğu. Bir yanda horan yapanlar, bir yanda atma türkü atanlar, kimse günün bitmesini istemez, devam etsin bu coşku, hep böyle sursun isterdi.
Horoncular dur durak bilmez, yorulmaz. Kan ter içerisinde ha babam, de babam devam. Hele de horonda duygusal bir iletişim kurduğu birisi varsa. Nişanlısı, sevgilisi olanlar, sevgililerine kur yapmaktan, horon figürleri ile karışık, hırçın Karadeniz dalgaları gibi, yırtınıyor, parçalanıyor adeta. Durmak yok, yorulmak yok. Ta ki kafile reisi hadi gidiyoruz deyinceye kadar. Gençlerde ahlama, vah’ lama olsa da emre mutlak itaat söz konusu. Herkes sorumlu olduğu görevin başında, yükünü sırtlamış, etrafta otlamakta olan inekler toparlanmış yayla istikametinde yola revan, bir sonraki mola yerini herkes adeta iple çekerdi.
Normal bir yürüyüşle iki buçuk, üç saat (Daha kısa zamanda da gidenler olabilir) süren yayla yolculuğu, ineklerle, toplu çıkışlarla 5-6, belki daha fazla bir zaman alıyordu. Yolculuk boyunca, yorgunluk olsa da belli etmek yok, türkü nara, çocuk sesi, hayvan sesi bir birine karışık bir şekilde devam ediyordu. Bazı yerlerde dağlardan aks eden nara ve türkü seslerinin yanı sıra atılan silahlar tabii Karadenizlinin olmazsa olmazı, güne ayrı bir neşe katıyordu.
İnsanlardan yorulup kalanlar olduğu gibi hayvanlardan da yorulup kalanlar olurdu. Dağ tuttu, kan tuttu diyorlardı. Nadiren de olsa inek “murt” gitmesin diye besmeleyle kesenler de olurdu. İslam dininde besmelesiz kesilen hayvanın eti yenmez, “murt” olur. Bu da işin bir ayrı yorucu boyutu, ya yük hayvanı kiralanacak veya yaylaya gidilip yükler bırakıldıktan sonra tekrar gelinip etler alınacak. Etlerden satılan kısmı satılır, kalan kısım kavurma yapılırdı. Bir seferinde Fazlı BALCI (dayım)’nın ineğini öyle bir yayla yolculuğunda limyalar’a kesmişlerdi.
Mola yerlerinin fiziki durumlarına göre, başlıca horan alanları köyden yaylaya doğru; İstainer, horon düzü, Kordil, Okşen, Fuççan, limyalar ve Oluklu su başta olmak üzere topluluğun büyüklüğüne göre düzlük bulunan her yer horon alanı olarak kullanılmaktaydı.
Yayla yolculuğu her aileye göre değişiklik arz etse de genellikle sabah namazıyla başlar. İneklerin bağları (yuları) boyunlarına dolandırılır, çözülmemeleri için sıkıca düğümlenirdi. Havanın durumuna göre çoluk çocuğa üst, baş giydirilir, yükler sırtlanır, inekler ahırlardan çözülerek yolculuk başlardı.
Bazı ailelerde Yayla yolculuğu akşamdan başlardı. Belli bir yerlerde konaklama yapılırdı. Gecede olsa “nerz” bozulma günü ve saati önceden belirlendiğinden, belirtilen saatten önce Yaylaya girmek mümkün değildir. Yaylada önceden ücreti mukabilinde tutulmuş olan korucunun bir görevi de budur. Yaylaya girişler sabah gün ağardıktan sonra başlayacaktır. Bir iki münferit, çıbanbaşı çıksa da insanların çoğunluğu bu kurallara harfiyen uyarlardı. Birlik, beraberlik, sevgi, saygı ön plandaydı. İleri derecede hoş görü mevcuttur ancak kurallara uymak da şarttır.
Küçüklüğümde, tahmini 6-7 yaşlarında ben de böyle bir yayla yolculuğu yapmıştım. Zaman zaman yaşamış olduğum o heyecanlı yolculuğu hatırlar ve hüzünlenirim. Annem, Babam, ablam, abim, ben ve iki küçük kardeşim ile birlikte böyle bir yayla yolculuk yapmıştık. Küçük kardeşlerimden Muhammet yeni yeni yürümeye başlamış, Feyzullah ise henüz beşikte idi.
Beşiğin yanları, alt, üst müsait her yer çeşitli eşyalarla dolu Anneciğimin sırtında, Babamın omuzunda kocaman bir çuval, Ablamın sırtında küçük kardeşim Muhammet, Abim ve benim sırtımızda cüssemize göre taşıyabileceğimiz, içerisi kap kacakla dolu yükler vardı.
İhtiyar heyetinden “nerz” bozuldu haberi geldi, ertesi gün yaylaya çıkılacak ve biz akşamdan yola çıktık. O tarihler, Babam Velkü (Dereköy) sırt Mahalle Camisinde İmam Hatip olarak görev yapıyordu. Bizi Yaylaya yerleştirip kendisi görev yerine dönmek zorundaydı.
Ahırda dokuz inek, kıştan yeni çıkmışız, ineklerin otu bitti, bitiyor. Bir an önce yaylaya çıkmamız gerekmektedir. Heyecanlı ve hummalı bir hazırlık safhasından sonra çıkmış olduğumuz yayla yolculuğunda Okşen diye hatırladığım yere geldiğimizde hava iyiden iyiye karanlıklaşmıştı. Biz de, hayvanlarda çok yorulmuştuk. Gece karanlığı da iyiden iyiye çökmüş, artık önümüzü görmemiz de zorlaşmıştı.
Annem ve Babam burada konaklamamıza karar verdiler. Yol boyunca bizim gibi birçok aile vardı. Pakorom (Cevizli) dan, Ethone (Gürdere) den, Kafkame (Gündoğdu Mahallesi) den birçok aile bizim gibi geceden yola çıkmışlardı. Sabah olmadan Yayla sınırlarından içeri girmek zaten yasak olduğundan mecburen yayla sınırları dışında bir yerlerde konaklamak zorundaydık.
Yolculuğa çıkarken bozuk olan hava iyiden iyiye bozulmuş, kâh yağmur yağıyor, kâh sulama kar yağamaya başlamıştı. Çam ağaçlarının sıklıkla bulunduğu bir yerde, ağaçların altında mola verdik. Mola yerinde etraftan toplamış olduğumuz kocaman kocaman kütüklerle Babam kocaman bir ateş yaktı. Annem inekleri boyun bağlarından birer ağaca bağladı. Anneciğim etraftan kesmiş olduğu otlardan yatacak yerler hazırladı. Yanan ateşimizin etrafında, dağarcığımızda mevcut olan azığımızı çıkartıp yedik.
İmam Hatip olan Babam yüksek sesle ezan okuyarak Annem ve biz, birlikte yatsı namazlarını cemaatle kıldık. Biz çocuklar uyumak üzere bize ayrılmış olan yerlerde yataklarımıza girdik. Hem zaten hava soğuk, ateşin etrafında oturacak yer de yok. Çevremizde konaklamış olan komşularla birlikte, ateşin etrafında bir müddet sohbetten sonra büyüklerimizde istirahat etmek üzere kendilerine ayrılmış olan yerlere yattılar.
Sabah namazı için Babam yine yüksek sesle ezan okudu. Ezandan sora “MUSKALI HEEEEEEY” diye bağırdı. Bunun ne demek olduğunu halen bilmiyorum. Sanırım Çevredeki insanlardan ezanı duymamış olanların sabah namazına kalkmalarını sağlamak amacıyla ilave bir ses. Bunu birkaç kez arka arkaya tekrarladı.
Sabah kalktığımızda yorganımızın üzeri, ağaçların dalları ve yerlerin bembeyaz kar örtüsüyle kaplandığını gördük. Yorganın altında da olsa hepimiz üşümüştük. Babam, annemin getirdiği odunlarla ateşi yeniden harladı ve bizi kaldırdı. Namazlar kılındı, kalan yiyeceklerimizi de yedikten sora kafilemiz yola koyuldu.
Yeni bir gün, “nerz” bozuldu yaylaya girişler başladı. Bir gün önce adeta zehrini atan hava açmış, güneş yüzünü göstermeye başlamıştı artık. Kordil, fuççan, aşakı yayla, limyalar, oluklusu derken bizde yaylaya giriş yaptık çok şükür. İnekleri ahıra koyduk, bizde evimize girdik. Yorucu bir yolculuk sona ermiş ve biz sırtımızdaki yüklerden kurtulmuştuk artık.
Bahsi geçen zamanlarda Yaylada Cami dâhil olmak üzere hiçbir tane beton ev yoktu. Tamamı ahşaptan yapılmıştı. En büyük yapı da Camii ve Hanlardı. Benim bildiğim üçtane han vardı. Bahsetmiş olduğum ahşap yapılardan çok az sayıda günümüze kadar gelenler mevcuttur. Girilip, görülmelerini tavsiye ederim.
Evler iki kattan ibaret olup, alt katta ineklerin bağlı bulunduğu yer ahır vardır. Üst katta, iki bölümden oluşmaktadır. Ön kısımda erzak ve eşyaların konulduğu “haniççe” şimdiki anlamda ambar veya kiler, arka kısımda ateşlik vardı. Ahırın üst kısmı tavan denen ahşap malzeme ile kaplıdır. Ahırda meydana gelen sesler evden rahatlıkla duyulmaktadır. Ahırda ki kokularda aynı şekilde hissedilmektedir. Zamanla alışkanlık olduğundan, hissedilen kokular insanları fazla rahatsız etmemektedir. Sık sık ineklerin bağlarından kurtulup veya bağlarını koparıp, bir bir yiyeceklerine saldırdıkları ve kavga ettikleri duyulurdu. Derhal müdahale etmek için ahıra inilirdi.
Ahşap evler bugün görmüş olduğumuz ahşap evler gibi muhkem ve mükemmel değildi. Etraf; ya kütük, ya taş veya tahtalarla kaplı bir şekilde ışık alması için 15’e 15 veya 15’e20 ebadında camsız pencere, damı ise “hartama” ile kaplanmıştır. Evler oldukça alçaktır. Dik olarak evin içerisinde gezmek imkânsızdır. Her an kafayı bir yerlere çarpmak mümkün, hele “Haniçe” giriş kapısından benim bile eğilmeden geçmem imkânsızdı. Uzun boylu olan Babam (rahmetli) her seferinde başını bir yerlere çarpar ve “uuuyyy” diye bağırırdı.
Bölgemiz hep orman ve ahşap ustalarının bol olmasına rağmen evlerin neden bu kadar alçak yapıldıklarını hep merak ederdim ve içimden biraz da sitem ederdim. Bu direğin boyunu neden iki metre etmezler, bu “Haniçe” kapısını neden biraz daha yüksek etmezler de ben her seferinde kafamı vururum diye. Ahırlarda aynı şekilde, ineklerin yüksekliğinden belki bir iki karış yükseklikte. Anneciğim (merhum) de sık sık ahırın kapısından girerken kafasını vururdu.
Evlerin alçak yapılmasının sebebinin; 1- Kışın çökmesinden korkulduğu için, 2- Sert esen rüzgârlar neticesinde çatılar açılmasın, uçup gitmesin diye olduğunu düşünüyorum. Eskiden iki metrenin üzerinde kar yağdığını çok iyi hatırlıyorum. Çökmemesi için köy evlerini ve mezrada bulunan evlerimizin çatılarında ki karları kürerdik. Köyde evin çatısındaki karları küredik mi, eve kardan merdiven yaparak ancak girebilirdik. Ahıra ise ya evin içindeki bir kapakla örtülü geçit tünelinden veya karları küreyerek boyu 3-4 metreye ulaşan kar tünelinden gidilebilirdi. Kışın yaylalara çatı küremeye gitmek mümkün değildir.
Yaylada evler tamamen karlarla kapanır, esen rüzgârlardan çatılar etkilenmezdi. Yaylada esen rüzgârları anlatırken şöyle bir kıssa nakledilir: Kışın yaylaya durulur, durulmaz konusunda yapılan bir iddialaşma neticesinde Üç arkadaş kışı yaylada geçirmek üzere iddiaya girerler. Kış boyunca kendilerine yetecek miktarda yiyecek ve yakacak tedarik yaparlar. O günün şartlarda en korunaklı evi seçerler ve o evde bütün hazırlıklarını yaparlar.
Yaşam için her şey düşünülmüş, su ihtiyacı nereden karşılanacak, tuvalet ihtiyacı nasıl karşılanacak, her şey tamam. Sonbahar ayları bitmiş derken kış kapıya dayanmış. Fırtına ile birlikte kar yağışı başlamış, adeta dağlar ıslık çağırıyor. Bizim üç kafadar da korku başlamış, Yiyecek yatacak yönünden hiçbir sıkıntı yok. Ancak hele akşamları rüzgâr felaket esiyor, karlar yeryüzüne inemeden havada adeta raks ediyor, inen kar taneleri de yerinde duramıyor oradan oraya savrulup duruyor.
Akşamları rüzgârın sesi daha da hırçınlaşıyor, ev yerinden sökülüp, komple havaya uçacakmış gibi sesten uyumak dahi mümkün olmuyor. Kar iyiden iyiye yükselmeye başlayınca, üç arkadaş bu şekilde ilkbahara kadar yaylada kalamayacaklarına karar veriyorlar. İddiayı kaybetme pahasına da olsa köye inmeye karar veriyorlar.
Dışarda kar kalınlığı bir metreyi geçmeye başlamış, bizimkiler önceden düşünüp hazırladıkları kar ayaklığı (Ğedik) diye isimlendirilen ayaklıklarını giyerek köye doğru yola çıkıyorlar. Fırtınalı bir şekilde yağmakta olan kar yürüyüşlerini zorlaştırıyor. Yağan kar ağızlarına, gözlerine doluyor, önlerini görmekte bile zorlanıyorlar. Bu şekilde; Limyalar, aşakı yayla ve fuççan’ı geçiyorlar tam ormanlık alana girmek üzereler içlerinden birisi: ben artık gelemiyorum siz gidin diyor.
Yorgunluk diğer arkadaşlarda da var, ancak can havlıyla ormanın içine girmek için gayret ediyorlar. Bir çam ağacının altında ateş yakmaya çalışıyorlar. İçlerinden bir tanesi; arkadaşlar yapmayın, etmeyin burada duramayız, bu şekilde kalırsak burada ölürüz, cesedimizi ancak yaz başı bulurlar diye ne kadar dil dökse de birinci arkadaş imkânsız gelemem der, ikincisi onu yalnız bırakmak istemez. Üçüncüsü can halıyla köye ulaşmak ve haber vermek için yoluna devam eder. Geride kalan iki arkadaş buldukları düz bir taş üzerine şu mısraları yazıyorlar;
“NE AÇTAN ELDUK, HEMDA NE SUDAN, İLLAKİ DAĞLARIN ZIRILTISINDAN”
Köye ulaşan arkadaşın durumu bildirmesi üzerine, köylülerden bir gurup arkadaş gerekli hazırlıklarını yaparak yola çıkarlar. Kar aynı şiddetle devam etmekte olduğundan yukarı doğru karda yürümek, aşağı inmekten daha zordur. Zar zor devam eden yolculuk ne kadar sürdü bilinmez ancak; köye ulaşan, haber veren üçüncü arkadaşın beyan ettiği yer olan Fuççan’a yaklaştıklarında bir çam ağacının altında iki arkadaşın birbirlerine sarılı olarak donmuş vaziyette öldüklerini görüyorlar. Herkes üzülüyor tabii, ancak kar yağış devam ettiğinden acele karar verip hareket etmek zorundalar. Cesetleri, çam ağacından kestikleri dalların üzerine iple bağlayarak kar üzerine çekmek suretiyle köye ulaştırıyorlar.
Metrelerce yağan kar nedeniyle Faso, Avene, Bulanık su, Hostoval ve tron da bulunan evlerin çatılarının da kar nedeniyle çökmemesi için kürenmeleri zorunluydu. Çatılardaki karları küremek için yalnız gitmek oldukça tehlikelidir. Çığ düşme tehlikesi veya ayakların kayarak dereye düşme tehlikesi vardır. Bazı ırmaklardan geçerken karların aniden çökesi neticesinde içerisine düşme tehlikesi de vardır. En az 3-5 kişi akşamdan kararlaştırılarak birlikte gidilir ve yardımlaşarak çatılar kürenirdi.
Yayladaki yaşam bir başka yazımızda detaylı olarak ele alınacağından, siz değerli okurlarımı sıkmadan bu konuyu burada sonlandırıyorum.
Kalın sağlıcakla.